‘Biz Yine Yalnız Kalacağız Hiçliğin Ortasında’

Samuel Beckett’in kendisinden daha ünlü o meşhur eserinin iki kahramanından Estragon’un, arkadaşı Vladimir’e söylediği “Eğer dün geldiyse ve biz burada değil idiysek, bugün gelmeyeceğinden emin olabilirsin” sözünün hissettirdiği çok ürperticidir. (s.17) Ürperti, anlam ve amacını yitirdiği için, umudunu, aşkını, bugününü, yarınını yitiren insanın bilinçli çaresizliğini yansıtmaz. Benlik bilinciyle söylenmiş hakikatten yoksun olduğu için çaresizdir. Çaresiz olduğunu bile bilememektedir. Neden bilemediğini de bilemez. İnsan eliyle yıkılan dünyada, evvelâ insanî değerlerin enkaz altında kalmasına tanık olan bizlerin ruhunda oluşan bir üşüme veya titremedir.

Soyut tiyatronun ilk ciddi başyapıtı olması yanında önemli bir edebî eser olan Beckett’in ‘Godot’yu Beklerken’ adlı yapıtı, ruhu felç olmuş hayatın fonksiyonunu yitirmesini konu eder. (çev.Uğur Ün, Tarık Günersel, Kabalcı yay, 3.bas, İst.2017) Yazar, ne için, ne zaman, hangi amaçla ve nasıl birlikte olduklarını bilmediğimiz iki arkadaşın, isteksiz, amaçsız takıntıların tekrarıyla süren ilişkilerine ayna tutar. Doğrusu bu insanların dost mu, arkadaş mı, yaşanan bir mecburiyet olarak hayatın yan yana getirdiği sıradan insanlar mı olduğu da bilinmez. Bilinmesine gerek de yoktur. Dost olmalarını sağlayacak değerlerinin, arkadaş olmalarını gerektirecek geçmişlerinin olduğu da meçhuldür. Her şey kasvetli bir arka fonda bulanık, karanlık bir bungunluk! Bu insanlar adeta hafızasız, beklentisiz, isteksiz, sadece nefes alıp vermenin sağlayacağı bir hayata daha doğrusu oluşa razı olmuş, belki razı olduklarını bile bilemeyerek yaşayan zavallılardır. Tarifte zorlanışımızın sebebi konu edilen insanların bir hayata bir oluşa razı olup olmadıklarının bile söylenemeyeceğidir. Şuursuzca Godot’yu beklemektedirler. Bilinçli olmayan bekleyişleri, iddiası kalmamış varlıklarının, yok oluşa teslimiyeti gibidir. Kendisi için hiçbir şey yapma gücü bul(a)mayan varlık, yokluğun daha doğrusu yok olmanın insafına sığınmış gibidir. Enstragon’un “Doğduğumuz için mi pişman olalım?” (s.12) sorusu esasen ölmenin bile kurtuluş olabileceğini barındıran bir şuuraltı yansımasıdır. Şuursuzluğun hazin karanlığında var olduğunu sanan varlığa yokluk bile itibar etmez, etmemektedir. Değersizlikle büyüyen hiçlik, hiçliği kaçınılmaz kılan kader, onun hayatıdır. Boyutsuz hayat, boyutsuz insan.

Beklenen ama bir türlü gelmeyen Godot kimdir? Niçin beklemektedirler? Bu soruların cevabı, sanat çevrelerince hep aranmış, son derece isabetli çözümlemeler yapılmıştır. Biz şimdilik beklenenin, içimizde, çoğu zaman bizim bile ayrımına varamadığımız yaşam iradesi, varlık kıpırtısı olduğunu söyleyip geçelim. Bu irade, bu kıpırtı en olumsuz koşullarda bile yok olmaz, yok edilemez. Ancak yok olmadığı her durumda da size bir yük, bir ağırlık olur. Bütün nesnel ve maddî yenilgilere rağmen, adeta bir başkaldırı gibi içimizde uyanan arzu ve isteklerle canlılık kazanır. Değişen yaşama ve var olma kategorilerine göre herkeste şu ya da bu oranda bulunan, bulunmak zorunda olan cevherdir bu. Beklenen, en zayıf durumunda bile esasen o cevherin gözlediği kurtarıcıdır, müjdedir, bir yeni iklimdir, bir yeni sestir, yeni bir umuttur, yeni bir ufuktur. Eğer varlık cevherinin canlılığı güçlü olsaydı, uslanmaz, yorulmaz atılımlarla bütün satıhları, sınırları aşıp geçecekti. Ancak biliyor ve anlıyoruz ki, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan savaş, insan varlığına çıkışların bütün sınırlarını ve satıhlarını kapatmıştır. Nesnel ölçütlerle bile olsa kapalılıktan kurtulup biraz olsun nefeslenmek on yıllar almıştır. Her soluk, her pencere bir ümit, bir imkân olmuştur. Bu anlamda beklentisiz kalmak varlığın bütünüyle ümitsiz kalmasıdır ki, o aşamada kendimize giden yollar da tıkanmış demektir. Asıl felaket budur; umutların yıkılması, yok olması! Umudunu yitirmiş varlığın hayata tutunacak hiçbir nedeni ve dayanağı kalmamıştır.

Sanatçı bir yönüyle siyasal, sosyal, düşünsel yönden bütün hayatı tıkayan bir yanlış gidişe karşı bizi uyarmak, uyandırmak istemektedir. ‘Kulaklarımızda hâlâ çınlayan imdat çığlıkları bütün insanlığa dönük!’(s.105) Sadece, hiçbir önemi, ağırlığı kalmamış insanı değil, insanı bütün cesaret ve gayretinden soyutlayan zamanı da sorgulamamız istenmektedir. “Eğer dün geldiyse ve biz burada değil idiysek, bugün gelmeyeceğinden emin olabilirsin”

Burada gelmeyen sadece Godot değil, zamandır da. İnsan zamanı beklemekte, zamanını beklemektedir. Zamanı gelince umut da, müjde de, güven de gelecektir. Burada özne olan, hareket atfedilen zamandır. Fark ettirmeden gelip gitmiş olması muhtemel özne ‘dün’dür. Yine fark edememiş olduğumuz ilgisiz bir aralıktan ‘bugün’ de bir gölge sessizliği ile çekip gitmiş olabilir.

‘Godot’yu Beklerken’ okuyanda ve izleyende, içimizdeki boşluğu ürpertici bir etki uyandırır. Ürperti hayata, varlığa, umuda, tanrıya, zamana, anlama dair çok katmanlı dalgalanmalarla oluşur. İki arkadaş, uçsuz bucaksız bir ovada, dalları kurumuş bir ağacın altında veya yanındadırlar. Sanki bilinmedik bir yerden, bilinmedik bir şekilde oraya savrulmuş gibidirler. Hayat adına kurumuş dallardan başka neredeyse hiçbir emarenin olmadığı yer, sanki dünyanın dışında bir mekândır. Öyle tenha, öyle ıssız! Ölüm bile uğrasa bir canlılık yaşatacaktır sanki. Ancak geride ağır, umutsuz, bitimsiz bir kasvet bırakan bir şey geçmiştir oradan. Zamanda, mekânda bir hareketlilik gözlenmez. Her şey durmuş, donmuştur adeta. Hayat ve varlık belirtisi olarak sadece kurumuş bir ağaç ve onlar vardır. Bezgin, ağır, belirsiz, hareketsiz duyarsızlıklarının sezilmesi sebebiyle, hayat belirteçlerinin ne kadar hayat dolu olduğunu merak bile etmezsiniz. Pozzo ve Lucky dışında Zamanı fark etmemize veya değerlendirmemize yol açacak bir hareket de söz konusu değildir. Canlılığı yok eden ‘hiçlik’ geçmiştir oradan ve bütün dünyadan. Hiçlik bütün zamanı ve mekânı kuşatmış, daha doğrusu zaman ve mekân, hiçliğe teslim olmuştur. Hissedişinizin derin katlarında böyle olmaması gerektiğine ilişkin bir eleştiri kıpırdanmaya başlıyorsa, eserin uyandırmak istediği anlam arayışı, okurda başlamış demektir. Öyle de olur.

Eser, kişiliksiz oldukları rahatlıkla söylenebilecek kahramanların bir şeyin olmasındansa olmamasının daha tercih edilir bir durum olduğu kasvetli edilgenliklerini yansıtır; zihinlerinde büyüyen hiçliği konu eder. Hiçlik isteksizce ve isteksizliğe yönelen meçhulde tembelliğe taht kurmuştur. En iyisi beklemektir. Ne var ki bu bekleyiş, gündelik hayatta sıklıkla yaşadığımız hatta hayatımıza hoş bir çeşitlilik katan bekleyiş değildir. En kötü haberlerin, sonların bekleyişi bile değildir. ‘Bir meçhulün nekreli bekleyişi’ desem, acaba anlatılmak isteneni ifade etmiş olur muyum bilmem. Beklemek, gelecek üzerinde hiçbir etkisi olmayan ölgün avunmaya dönüşmüştür. Amaçsızlığı, anlamsızlığı kutsamış avuntu, varlığın tek dayanağı olmuştur. Beklenen gerçek midir, sanal mıdır, gelmiş midir, gelecek midir, hangi öznel veya nesnel ihtiyaç içindir bilinmez. Geçmiş yaşanmış mıdır, gelecek yaşanacak olan mıdır? Yaşandığı belli olmayan geçmişle yaşanacağı şüpheli gelecek arasında yaşamak nedir, nasıl bir şeydir, niçindir? Esasen geçmiş ve gelecek ayrımını yapmaya gerek duyuran bir hareket veya değişim de yaşanmamıştır veya yaşanmamalıdır. Mümkünse de değişim yaşanmamalıdır. Her bir değişim, işte şimdi varoluşumuza anlamlı bir hareket noktası bulma isteğini bile yok edecek tarzda yıkım ve hışımla gelerek insanı hayattan bezdirmiştir. Vladimir’in ağzından yansıtıldığı gibi “Artık düşünme tehlikesinden uzaktayız”(s. 82) Onlar için düşüncesizlik, güvenli var oluşun adeta zorunlu koşuluna dönüşmüştür. Düşünmek varlığı ve huzuru tehdit etmektedir. Düşünmek gibi tehlikeli işlerden azade olmak, dimağın anlama yeteneğini silmiş, sıfırlamıştır. Artık düşünemediğinden dolayı tehlikeli olma vasfını yitirmiş insanlar, yeryüzünün bütün felâketlerinin zevkini sürebilir, tadına doyabilirler.

Bir yazarımızın “yaşamak geçti başımdan” ironik yakıştırma ve yaklaşımıyla telmih ettiği gibi, varoluş, gittikçe çoğalan saçmalığından başka, mahiyeti pek anlaşılamayan ağır bir yüke dönüşmüştür. Saçmalık nerededir; içimizde mi dışımızda mı? Zihin dünyamızda, algı düzenimizde mi, yoksa yaşadığımız evrende, akıp giden zamanda mıdır? Yoksa zamanı, mekânı zorlamak mı saçmalıktır? Yaşamak ağır bir yüktür. Boşluğun, hiçliğin, çaresizliğin, çıkışsızlığın, bütün bunları kapsayacak tonda anlamsızlığın ağır yükü. Biz o iki kişinin bu hareketsiz satıhta esasen kaderlerini beklediklerini anlarız. Bu boyutsuzlukta kaderi beklemekle kaderi yaşamanın da ayrı şeyler olduğunu düşünerek. Hareketsizlik bir anlamda kadersizliği tercih etmek demektir. Yaşamaya değecek hayatları olmayanların, yaşanmaya değer kaderleri de olmaz. Kadersizliği denemek, imkânsızlığı denemek, anlamsızlığı içselleştirmektir. “Eğer dün gelip de bizi burada bulamadıysa emin ol bugün gelmez” Bilinç, dün ve bugün hatırlaması veya bekleyişi üzerinden harekete geçiyor gibidir. Sanatsal bir tahlil yapmadığımız bu küçük değiniyle bile, mezkûr eserin derinlikli mahiyeti fark edilmiş olmalıdır. Üzerinde gereği kadar düşünüldüğünde, sadece bu söz, bizde yoğun bir zaman bilinci oluşumunu harekete geçirebilir. Harekete geçen bilinç, eserde, varlığı ve varlığını isnat edeceği dayanakları henüz bulamadığı için tamamlanmamıştır. Böyle bir kurgu, okur, kendisinde uyandırılan negatif duygular üzerinden çıkışı bulmayı amaçlayan bir arayışa ortak edilmek istendiği için yapılmış olmalıdır. Bilinç, okurda veya izleyicide tamamlanacaktır.

Dün, bugün, yarın! Bu salınım ve sarkaçta her aşaması ve parçasıyla yaşadığımız, zamandır. Zaman, mekânla birlikte bizim temel varoluş boyutumuzdur. Zamanla ilişkimizle mekânı, mekânla ilişkimizle zamanı yaşarız. Hareket, her ikisini canlı kılan, anlamlandıran boyut. Esasen zamanın içimizde ve dışımızda akış hızı, düzeni, ritmi, yoğunluğu hareketimize bağlı olarak değişir. Kuşkusuz sözünü ettiğimiz bedenimizin olduğu kadar ruhumuzun hareketidir. Burada cevhere canlılık kazandıran anlamı, nesnel bağlar ve sınırlarla daraltmamalıdır. Zaman bir anlamda varlığın kendini anlama sürecidir. Algı farkı, anlama gücü beraberinde zaman idrakini getirir. Varlığın kendiliğinden yoğunluğu olarak bilinç, zaten kendi zamanını oluşturur. İçsel devinim ve içimizdeki zaman. Daha doğrusu içimizde duyduklarımızla anlaşılan veya yaşanan zaman. O duyum ve yaşantılar olmazsa, varlık coşkusu da yönelişi de olmayacaktı. Öyle ki zaman bu bilinçle neredeyse özdeşir, özdeşleşir.

Eğer içsel ve dışsal niteliğiyle hareket olmasaydı zamanı fark edemeyecektik. Hareket olay, oluş, olgu katlarında burayla orayı, dünle bugünü, geçmişle geleceği mukayese etme imkânı verir. Akıl, zekâ, ilim, kültür mukayeselerle oluşur, gelişir. Varlığımızın hayat içinde faaliyet yönü ve düzlemi, zamanla ilişki tarzımızın da niteliğini belirlemede etkili olur. Hangi katta, seviyede zihni, ruhi bir yöneliş içindeysek, ömrümüz ve zamanımız o derinlik veya sığlıkta anlam kazanır veya kaybeder. Zamanı ve mekânı nesnel mahiyete indirgeyerek kavramak, bizim dünya değerlerine kodlanmış zihni alışkanlıklarımız sebebiyledir. Nesnel sınırları içinde kavradığımız zamana ve mekâna bağımlı hareketimiz, dün- bugün- yarın sürecinden, buradan veya oradan bağımsız şekillenmez. Mukayyet varlıklar olarak evvela zaman ve mekâna bağlıyız. Varoluşumuzun anlamı bu bağlara, bağlama göre anlam kazanıyor. Daha da açık söylersek her bir algı ve anlayışımız zamana, mekâna nasıl yansıyorsa, zamandan mekândan nasıl yansıyorsa ona göre bir mahiyet kazanıyor. Bulunduğumuz zaman ve mekânlara göre anlamın aynı kalmasını imkânsızlaştıran veya anlamı konumumuza göre çoğaltan bir gerçeklik bu. Burada yanlış olan bir şey yok. Herkes kendi keyfiyetini yaşayarak zamanın anlamına uygun bir hakikat idrakine sahip oluyor.

Zihin, hem nesnel, hem öznel iç ve dış devinimi ile hakikatle ilişki kuruyor. Zihnin hakikatle, anlamla ilişki kurduğu her durum, zaman ve mekânın oluşumuna daha doğrusu zamanın ve mekânın oluşumunu anlamaya yönelir. Kültür, bu anlayışın en geniş açı ve bağlamda hayat bulmasıdır. Hareket de asıl bu zihni durumla ilgilidir. Zihni durumun açılıp kapanmasına, daralıp genişlemesine göre mekân da değişir. Mekân, son tahlilde varlıkla ilgilidir. Mekân, varlığın anlamını bulduğu ölçüde imkâna dönüşür. Düşünüyor, anlıyor, inanıyorsam varım. Bütün bu süreçler her bir noktasından öncesi ve sonrası ile bir süreklilik arz eder. Hareketin, zaman ve mekân arasında salınımı ile varoluşsal devinimidir bu.

Kendimizi gerçekleştirmek için verilmiş zaman, içimizden dışımızdan akıp gitti, gidiyor. Hayatın gayesine uygun yüksek bilinç, gerçek sınanmanın yüksek farkındalığı ile sorumluluğu idrak etmektir. Zamanı, benlik ve tarih bilinciyle yaşanır kılmayanların geçmişi de geleceği de olmaz, olmamıştır. Geçmişle gelecek bugünün kaynaştırıcı gerçekliğiyle birbirine eklenir. Bugünü hakkı ile yaşamak, geçmişi ve geleceği biçimlendirmek demektir. Çünkü dün olmasaydı bugün olmazdı. Geçmişi olmayanların bugünü de olmaz. Bugün yoksan, dün geldiğinde elbette seni burada bulamayacak ve yarın da gelmeyecek.

Yaşadıkları an’ın sorumluluğunu yerine getiremeyenler, gelecek kuşaklara boşluklarıyla ağırlaşmış bir tarih miras bırakırlar. O boşlukları doldurmak da ancak tarihi bir sorumlulukla mümkündür. Erdirildiğimiz her zamanın sorumluluğu ile sınandığımızı bilerek yaşamalıdır. Bu bilinç bizde varoluşsal bir bağlanışın tezahürüdür. Zamanla en canlı irtibat noktası olan günümüzü, boş benliklerimizle yaşamadığımız için geleceğe boşluklarla dolu bir zaman miras bırakmak istemiyoruz. Daha da önemlisi kendi boşluğumuzun ağırlığı altında ezilmemelidir. Herkeste bir şekilde ve değişen oranlarda var olan boşluğu dolduramazsak içimizde hiçlik büyüyecektir. Hiçlik en yüksek bilinç seviyesinde idrak ve tasavvura dönüşen anlam ve amacımızı tüketecektir. ‘Birazdan her şey bitecek ve biz yeniden yalnız kalacağız, hiçliğin orta yerinde.’ (s. 105)

Hiçlik, varlığın kendini inkârıdır. Beklemek hiçliğe kıymet kazandırmaz. Ne kadar beklerse beklesin inkârın bulacağı, inkârı bulacak bir değer yoktur. Birçokları için zaman sadece gün gün takvim yapraklarıyla eriyip gitmesinden başka bir anlam taşımaz. Yine hemen her birimizin dünyasında, kuru bir ağaçla sembolize edilecek verimsizlikte telef edilen veya varlığımızı telef eden hayatlar vardır. Hayatı, varlığı, kendimizi, imanla, akılla, bilgiyle, düşle, düşünceyle, umutla, heyecanla, iyi güzel olan her şeyle, sulayarak yani besleyerek yeşertme çabası içinde değilsek Godot’yu bekleyen kim diye sormayın. Biziz!

Varlığı sadece nefes alma değeriyle de olsa ayakta tutan son umut da tükenmektedir sanki. Eğer beklenen gelmezse, gelmeyecekse, kaderimiz beklenen meçhulün insafına bağlıysa, beklentiler boşa çıkacak, umudun son ihtimali de yok olacaktır.

“Eğer dün gelip de bizi burada bulamadıysa emin ol bugün gelmez”

Bilmediğini söyler Enstragon.

“Neden?” diye sorar Vladimir.

“Neden bilmediğimi bilmiyorum.”

“Artık düşünme tehlikesinden uzaktayız”

‘Kulaklarımızda hâlâ çınlayan imdat çığlıkları bütün insanlığa dönük!’

‘Birazdan her şey bitecek ve biz yeniden yalnız kalacağız, hiçliğin orta yerinde.’

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

15 Temmuz / Seçime Dair / Fuat Sezgin / Ay Vakti
Bir Var Kalbinde Ateş / Nurettin Durman
Dünya Dediğin / Adem Turan
Uyan Ey Kalbim / Nurullah Genç
Bağışla Bizi Çocuk… / Özcan Ünlü
Tümünü Göster